Kızılderililer

Çevre sorunlarının ortaya çıkmasıyla dünyanın kadim geleneklerini ve kültürlerini de yeniden keşfetmeye başladık. Bunun tipik bir örneği Kızılderililerdir. Sadece farkı bir geleneğe mensup oldukları için vahşi ve ilkel olarak görülen ve adeta yok edilen Kızılderililerin çok canlı ve renkli bir âlem anlayışı olduğunu maalesef çevre sorunları ortaya çıkınca anlaşıldı. Batılı Beyaz insana göre onlar, yani Kızılderililer, vahşi ve ilkeldi. Tabiatın da bir değeri ve anlamı yoktu. Tabiatın tek değeri bize sağladığı fayda ile ölçülebilirdi. 

Kızılderililer ise tabiata bambaşka bir gözle bakıyorlardı. Onlar için tabiat sembollerle ve manevi değerlerle yüklüydü.

Onlara göre âlemdeki her şey canlı ve anlamlıdır. En önemlisi ise insan alemin efendisi değil, mütevazi bir üyesidir. Bir Kızılderili kendilerini “vahşi ve ilkel olarak” gören anlayışa şöyle isyan eder:

  • Siz beyazlar, bizim vahşi olduğumuzu sandınız. Bizim dualarımızı anlamadınız. Anlamaya çalışmadınız. Biz güneşe, aya., ya da rüzgâra övgüler düzerken, siz bizim putlara taptığımızı söylediniz. Hiç anlamadan; yalnızca bizim tapınma şeklimiz sizinkinden farklı diye, bizi kayıp ruhlar diye nitelediniz.
  • Biz, Yüce Ruh'un eserlerini her şeyde görürdük: güneşte; ayda, ağaçlarda, rüzgârda ve dağlarda. Bazen bunlar aracılığıyla ona yaklaşırdık. Bu çok mu kötüydü? Bence biz yüce varlığa, bize putperest diyen beyazların çoğundan daha güçlü bir imanla, gerçek bir inançla bağlıyız... Doğaya ve doğanın yöneticisine yakın yaşayan Kızılderililer, karanlıkta değildir.
  • Ağaçların konuştuğunu bilir miydiniz? Evet konuşurlar. Birbirleriyle konuşurlar; kulak verirseniz, sizinle de konuşacaklardır. Asıl sorun, beyazların dinlememesidir. Kızılderilileri dinlemeyi hiçbir zaman öğrenemediler; bu yüzden doğadaki başka sesleri dinleyeceklerini de hiç sanmıyorum. Oysa ben, ağaçlardan çok şey öğrendim: bazen hava, bazen hayvanlar; bazen de Yüce Ruh hakkında.

Yukarıdaki ifadelerde de görüldüğü gibi Kızılderililerin tabiatla çok farklı ilişkileri bulunmaktaydı. Onlar, kendilerini tabiatın bir parçası ve tabiatı da sembol ve anlamlar yüklü bir şekilde algılamaktaydılar. 

Bu mazlum milletin bakış açısını yansıtan birkaç örnek daha vermek istiyorum: ABD hükümeti tarafında belli merkezlerde yaşamaya mecbur edilen Sauk ve Foxların Reisi Kara Atmaca eski günlerini şöyle anlatıyor:

Biz her zaman bolluk içindeydik; çocuklarımız hiçbir zaman açlıktan ağlamadı, halkımız hiçbir şeye muhtaç olmadı. Kaya Irmağı'nın hızla akan suları bize bol miktarda balık veriyordu. Çok verimli olan toprak, bizi asla mısır; fasulye ve kabaktan yoksun bırakmıyordu. Köyümüz, yüz yıldan uzun bir süredir burada kuruluydu ve bütün bu zaman boyunca, Mississippi Vadisi tartışmasız bize, aitti. Köyümüzdeki insanlar çok sağlıklıydı ve bu topraklar üzerinde: bu kadar iyi şartlara sahip olan başka bir bölge ya da bizim av alanlarımızdan iyi olan başka bir yer daha yoktu. Eğer o günlerde kasabaya bir kâhin gelmiş olsaydı ve şimdi başımızdan geçen bu olayları yaşaya-cağımızı söyleseydi, halkımızdan hiç kimse ona inanmazdı. 

Sioux Kızılderililerinden olan Cesur Bufalo’da çocukluğundaki tabiat kavrayışını şöyle anımsamaktadır: 

  • On yaşındayken, toprağa ve ırmaklara yukarıdaki gökyüzüne ve etrafımdaki hayvanlara baktığımda, bunların bir büyük güç tarafından yaratılmış olduğunu fark etmem çok zor olmadı. Bu gücü anlamaya o kadar hevesliydim ki, ağaçlara ve çalılara sordum.  
  • Çiçekler sanki beni izliyor gibiydi, ben de onlara "Sizi kim yarattı?" diye sormak istiyordum. Yosun tutmuş taşlara baktım; bazıları insana benziyordu ama bana cevap veremediler. 
  • Sonra, bir rüya gördüm. Rüyamda, bu küçük yuvarlak taşlardan biri bana göründü ve bana her şeyin yaratıcısının Wakan tanka [Sioux dilinde her şeyin kaynağı olan üstün varlık için kullanılan terim] olduğunu, ona saygı göstermek için onun doğadaki eserlerine saygı göstermek gerektiğini anlattı. 
  • Taş, Wakan tanka'yı aramamla, doğaüstü bir yardıma değer olduğumu gösterdiğimi söyledi bana: Eğer hasta bir insanı tedavi ediyorsam, onun yardımını isteyebileceğimi, doğanın tüm güçlerini tedavide bana yardım edeceğini söyledi.

Başka bir Kızılderili’nin çocukluk anıları ise şöyle:

  • Çocukluğumdan beri yaprakları, ağaçları ve otları incelerim, şimdiye kadar birbirinin aynısı olan iki taneye hiç rastlamadım. Genel olarak bir benzerlikleri olabilir ama inceleyince, bazı küçük farkları olduğu görülür. Bitkiler, farklı ailelerdendir...  Bu, hayvanlar için de geçerlidir; insanlar için de... Her biri için yaşamaya uygun olan bir yer mutlaka vardır. Bitkilerin tohumları, en iyi büyüyebilecekleri yere ulaşmak için rüzgârda sürüklenir, güneş ve nemin onlar için en uygun olduğu yerde kök salar ve büyür. 

Görüldüğü gibi Kızılderililerin tabiatla çok farklı bir ilişkileri bulunmaktadır. Onlara göre tabiat ve içindeki her şey canlı ve anlamlıydı. Kendileri de bu anlam yüklü tabiatın bir üyesiydi. 

Aslında tabiata farklı bir gözle bakan sadece Kızılderililer değildi. 

Keltik ormanlarının din adamlarından Amerikan’ın büyük Kızılderili kabilelerine kadar, insanların büyük kısmı tarih boyunca tabiata farklı bir gözle baktılar. 

Tabiat ananın kanunlarına göre yaşamaya çalıştılar. Böyle yaşamakla barışı, hikmeti ve huzuru bulacaklarına inandılar. Kendilerini tabiatın efendisi olarak değil, bir parçası olarak gördüler. 

Ayrıca tüm semavi dinlere göre de tabiat Allah’ın bir mahlûkuydu. Tabiattaki tüm güzellik, nizam, intizam ve düzen onu Yaratan zatın varlığını göstermekteydi.  Kısacası tabiat kendi yaratıcısını gösteren bir kitaptı.

Bu nedenle tabiatı talan edilip ele geçirilmesi gereken bir nesne olarak değil, anlaşılması ve uyum içinde yaşanması gereken bir bütünlük olarak görüyorlardı.

Kaynak: Özdemir, İbrahim (1997). Çevre ve Din, Çevre Bakanlığı Yayınları, Ankara.