Çevre ve Din

Çevre sorunları, ilk olarak ciddi bir şekilde II. Dünya Savaşını takip eden yıllarda hissedilmeye baş¬landı. 60’lı yıllara gelindiğinde ise, sorunun boyutu gittikçe büyümekteydi. Ancak bununla beraber, insanlar ümitsiz değildi. Zira bilim adamları bu sorunun teknik ve bilimsel bir sorun olduğunu, bu nedenle de bilimsel yöntemler ve gelişmiş teknolojilerle çözüleceğine inanıyorlardı. İnsanlar, tertemiz “beyaz önlükleri”,  kalın mercekli gözlükleri ve olanca ciddiyetiyle bu açıklamaları yapan bilim adamlarına inandılar. Çözüm için sadece beklemek gerekiyordu. Hem her şey kontrol altındaydı. 

Ancak 70’li yıllarda durumun hiç de beklenen ve iddia eden yönde gelişmediği görüldü. Çevre sorunları tehlikeli bir şekilde büyümekteydi. Dahası çevre kirliliğinin ve ekolojik dengenin bozulmasını ölçmek için artık lâboratuarlara ve bilimsel raporlara da gerek kalmamıştı. Artık sıradan bir insan bile bozulan dengenin ve sonuçlarının farkına varmaktaydı. Bu farkına varma beraberinde ilk çevreci protestoları getirdi. Duyarlı insanlar hem hükümetleri ve hem çevreyi kirleten sanayii kuru¬luşlarını protesto etmeye başladılar. Bu hareketlerin sonucunda Stockholm’da ilk defa Dünya Çevre Zirvesi toplandı (1972).

Günümüze geldiğimizde çevre bilincinin daha da geliştiğini ve güçlendiğini görüyoruz. Bir şey daha görüyoruz: İnsanlar artık bilime, bilim adamına ve teknolojiye eskisi kadar inanmıyorlar. Bilim, tarihinde ilk kez bu kadar ciddi bir şekilde sorgulanıyor. Alternatif bilim gelenekleri ciddi bir şekilde tartışılıyor. Başka görüş ve inançlara kendini ifade etme şansı tanınıyor. Postmodern olduğu söylenen bu ortamın oluşmasında çevre krizinin katkısı küçümsenemez. Zira çevre öyle bir konuma geldi ki dünyadaki tüm insanları ortak bir platformda bir araya getirebiliyor. 

Bunu ifade etmemizin nedeni, çevre bilinci sayesinde insanlığın yeni bir döneme girdiğini ifade etmek içindir. Bu yeni dönemde, başta çevre sorunları olmak üzere tüm sorunların menşei olarak görülen mevcut batı medeniyeti tüm boyutlarıyla eleştirilirken, alternatif medeniyetler de uç veriyor. Gelecek yüzyıla damgasını vuracak medeniyet ise, insan-insan ve insan-tabiât ilişkilerini daha derin ve sağlıklı bir temele oturtan medeniyet olacaktır. 

Bu bağlamda dinler ve özellikle de İslâm dininin tüm insanlığın dikkatini çektiği gözlenmektedir. Çevrecilerin dine ve manevi değerlere yönelmesi sadece bir nostalji değil, bilimsel maddeciliğin hem manevi ve hem de maddi dünyasını yok ettiği, teneffüs edecek temiz bir hava bile bırakmadığı günümüz insanının son ümidi ve sığınağıdır. Böylece, çevre sorunları geldiği bu noktada bir kimlik sorununa dönüşmüş bulunmaktadır. Sorun sadece teknolojik değildir. İnsanın anlamı, dünyadaki konumu, hürriyete, bu hürriyetin sınırları, dünyanın ve kâinatın anlamı ve insanın konumuyla ilgilidir. Bu nedenle bir kısım çevreciler kendilerine Derin Çevreciler (Deep Ecologists) diyerek, sorunun bu boyutuna dikkat çekmektedirler.

Bu nedenle, çevre sorunları ve bunların çözümü söz konusu olduğunda unutulmaması gereken bir olgu din ve kültür konusudur. Zira insanlar belli bir kültür ve belli bir dini atmosfer içerisinde dünyaya gelmektedir. Ünlü antropolog C. Geertz’in ortaya koyduğu gibi, kişilerin kendileri, diğer insanlar ve gerekse dünya ve doğayla ilgili değer yargılarını dinleri ve kültürleri oluşturmaktadır. 

Tarih, insanların dinlerini ve kültürlerini hesaba katmayan eğitim ve kalkınma programlarının hedefine ulaşmadığını; insanların adeta kendilerine dayatılan bu programlara direndiklerini örnekleri ile doludur. Bu olguyu hesaba katmayan bazı dayatmacı, totaliter ve baskıcı rejimlerin yıkılışına hepimiz şahit olduk. 

Sosyolojik, antropolojik ve psikolojik araştırmalarla da desteklenen bu gerçeği göz önünde bulunduran BM teşkilatı, çevre korumada her milletin kendi dini ve kültürel zenginliklerinden yararlanmasını tavsiye etmiştir.  Hedef ve amaç;  dünyayı ve ekosistemi korumak, daha sağlıklı bir gelecek olduğuna göre bu hususta dinlerin yapacağı katkı elbette büyüktür.

Bu çerçevede, dünyanın en büyük çevre örgütlerinden birisi olan World Wide Fund for Nature (Doğa İçin Dünya Fonu) 1986 yılında yaptığı bir toplantıda dünyanın en büyük dinlerinin (İslâmiyet, Hıristiyanlık, Yahudilik, Hinduizm ve Budizm) temsilcilerini bir araya getirerek çevre sorunlarına çözüm bulmada dinlerin katkısını ve önemini tartışmışlardır. WWF bu tartışmaları bir seri olarak yayınlamış bulunmaktadır. İslâm ve Ekoloji bu serinin ilk kitabı olarak yayınlanmış bulunmaktadır.

Yine konunun dini boyutunu vurgulayan diğer önemli bir olayda Şubat 1990 yılında Moskova’da meydana geldi. Astronom Carl Sagan ve tanınmış 22 bilim adamının Global çevreyi korumada kendilerine katılmak ve yardım etmek için dünyanın tanınmış dini liderlerine çağrıda bulundu. Bu bilim adamları dini liderlerle buluşma yeri olarak da, beklenilenin tersine, Moskova’yı tercih ettiler. Bilindiği gibi Moskova 70 yıldır dinsizliği resmen ka¬bul eden ve her türlü dini faaliyeti yasaklayıp baskı altına alan totaliter bir rejimin başkentliğini yapıyordu. Bu çağrıyı yapan bilim adamlarının vurguladıkları gerçek şuydu: “Çevre koruma ve doğal güzellikleri muhafazada kesinlikle dinin önemli bir yeri vardır” (Nature, c: 343, 1 Şubat 1990.)

Pozitivizm ve bilimin insanlığın bütün dertlerine çare bulacağı ve bütün sorunlarını çözeceği, böylece dine ve her türlü manevi değerlere mo¬dern dünyada yer olmadığını ileri süren anlayışın artık savunulamayacağı anlaşılmış bulunmaktadır. Hatta bugünkü sorunların birçoğunun bu anlayışın ürünü olduğu bazı bi¬lim adamlarınca ısrarla ileri sürülmektedir. Ancak bu gerçeğin dünyanın önde gelen bilim adamlarınca bu bağlamda altının çizilerek ifade edilmesi ilginç olduğu kadar önemlidir. Zira modern bilim tarihinde ilk defa bir sorunun çözümü için bilim adamlarının, dinden ve dini liderlerden yardım istediklerine şahit olunmaktadır. 

Çağımızın en büyük filozoflarından biri olan Martin Heidegger ömrünün son yıllarını teknolojinin insanlık için oluşturduğu tehdidi anlamaya adamıştı. Teknolojinin arkaplanında örtülü bulunan ideolojik yönünü ortaya koymaya çalıştı. Ancak ümit var değildi. Ölmeden önce şöyle söylediği bilinmektedir: “Bizleri ancak Tanrı kurtarabilir”. 

İşte Sagan ve arkadaşlarının bu çağrısı, sanırım Heidegger’le örtüşüyor. Bunun anlamı ise, “insanlığın karşı karşıya olduğu sorunların çözümünde nihaî ve aşkın referansların da katkı yapabileceğinin” altı çiziliyordu. Aslında dünyamızın geleceği ve çevre sorunlarının arz ettiği tehdidin boyutları düşünüldüğünde böyle bir çağrı için geç bile kalındığı söylenebilir. 

Çevre sorunlarının üstesinden gelmede dinin oynayacağı role İngiliz tarihçi ve düşünür Arnold Toynbee “İnsanoğlunu maddi hırsın ilham ettiği teknolojinin sonuçlarından korumak için bütün dinlerin ve felsefelerin taraftarları arasında dünya çapında bir işbirliğine ihtiyacımız olduğunu sanıyorum.” diyerek daha önce işaret etmişti.

Toynbee bu görüşlerini ileri sürerken, özellikle batı dünyasında yaygın olan ve tüm çağdaş toplumları da salgın bir hastalık gibi saran bir olgudan hareket etmekteydi: “Çağdaş insanın maddi hırs tutkusu ve egoist tutumu... Kendi çıkarı ve zevki için her şeyi göze alması”. Toynbee bunu şöyle ifade ediyor:

Bugün kirlenmenin insanoğlunun geleceğine bir tehdit oluşturduğu ve maddesel hırs sınırlandırılmadıkça ortadan kaldırılamayacağını kabul etmiş bulunuyoruz. Fakat bu çare yeterince güçlü bir özendirici değildir. Maddi hırsa kapılan insanlar dar görüşlü bir tavırla benden sonra tufan demektedirler. Hırslarını sınırlamayı başaramazlarsa çocuklarını yok olmaya mahkûm edeceklerini bilebilirler. Çocuklarını sevebilirler, yalnız bu sevgi çocuklarının geleceğini güvence altına almak için varlıklarının bir kısmını feda etmeye yetmeyebilir. Kanımca dinsel bir inanç biçiminde bu hedefe bağlanmadıkça (din kelimesini en geniş anlamında kullanarak) ileri ülkelerin çağdaş kuşaklarını, kendi pahalarına (ekosistem) için hemen fedakârlık yapmaya yöneltmek mümkün olmayacaktır” (Toynbee-D.İkeda, 1992)

İşin özü, çevre sorunlarının yanında gezegenimizin ve insanlığın karşı karşıya bulunduğu diğer sorunları çözmede “yeni yöntemlere, yeni düşünme biçimlerine” muhtaç olduğumuza daha öncede işaret etmiştik. Geleneksel ve her türlü ma¬nevi, ahlâki ve dini değeri yok farz eden anlayışla bu sorunların üstesinden gelinemeyeceği bugün her zamankinden daha net olarak anlaşılmış bulunulmaktadır. Konuyla ilgili olarak Dünya Çevre ve Kalkınma Komisyonuna görüşle¬rini açıklayan eski SSCB, Komünist Dergisi Baş editöre T.T Frolov şunları söylemiştir:

Global sorunların çözümünde başarıyla ilerlemek için yeni düşünce yöntemleri geliştirmek, yeni ahlâk ve değer ölçüleri oluşturmak ve kuşkusuz yeni davranış tarzları benimsemek zorundayız. Yalnızca (insanın) maddesel, bilimsel ve teknik yanını geliştirmekle kalmayıp, daha önemlisi insan psiko-lojisinde yeni değerlerin ve insani beklentilerin oluşmasını sağlamalıyız, çünkü bilgelik ve insaniyet, insanlığın temelini oluşturan ebedî gerçeklerdir. Yani sosyal, ahlâki, bilimsel ve ekolojik kavram¬lara ihtiyacımız var (Dünya Çevre ve Kalkınma Komisyonu, 1989).

Frolov’un işaret ettiği bu boşluğu bugün din doldurmaya başlamıştır. Bütün dünyada gözlemlenen dine yeniden dönüş ve dini değerlerin yükselişinin nedeni de budur. Aynı gerçeğe Chicago Üniversitesinden Martin Marty şöyle işaret etmektedir: “Mantık, bilim ve ilerleme düşüncesi geliştikçe tanrıların, arkalarında özgür ve mutlu insanlar bıraka¬rak ortadan yok olacağı söyleniyordu.”  Ancak bilimin sınırları, olumlu-olumsuz yönleri artık biliniyor. “Dolayısıyla, teknolojik tıbba, yaptıkları için her zaman şükran borçluyuz, ama ona tapamayız, çünkü birçok konuda yetersiz kalır.” 

Konunun dini boyutunu vurgulayan ve yeni bakış açılarına ihtiyacımız olduğuna işaret eden diğer bir çevreci ise Rudolf Bahro’dur. Alman yeşillerinin öncü isimlerinde olan Bahro’ya göre sadece teknolojik ve kanuni yöntemlerle çevrenin korunması ve kurtarılmasının zamanı geçmiştir. Yapılacak tek şey: “Hz. İsa, Hz. Muhammed ve Buda’nın yaptığı gibi zihinsel bir devrim yapmaktır”. İnsanların ta¬biat ve tabiattaki tüm varlıklara karşı olan ilişkilerini yeni¬den tanımlamaktır. İnsanla tabiât arasında daha dengeli ve sağlıklı bir ilişki oluşturmaktır.

Bütün bu gerçekler göz önüne alınınca gerek okullarda okutulmakta olan çevre derslerinin işlenmesinde ve ge¬rekse bunun bir sonucu olarak çevreyi koruma ve gelecek nesillere daha sağlıklı bir çevre bırakmada İslâm dini’nin konuyla ilgili prensiplerinin bilinmesinin önemi açıktır.

Ayrıca konunun dini boyutunu vurgulamakla, hem sanayici,  işadamı, yönetici ve diğer ilgilileri, hem de halkımızı daha duyarlı hareket etmeye çağırmak istiyoruz. Her tür ticari ve endüstriyel faaliyetlerin amacı sadece kâr olma¬malı. Bu faaliyetin başta insanlar olmak üzere, bütün ekosisteme getirdiği zarar ve tahribat, mevzuat ve düzenle¬melerin yaptırım gücünün yanında, kişi yaptıklarının vicdanı muhasebesini yaparak bu tahribat en aza indirilebilir. Norveç’li derin ekoloji hareketinin kurucularından Prof. Arne Naess de son kitabında bu gerçeğe işaret ederek; Hıristiyan ve Müslümanların İncil ve Kur’an’ın insana yük¬lediği sorumluluğu ekolojik bir bakış açısıyla yeniden yorumlayıp vurgulamalarını belirterek çevre korumada dinin oynayacağı role işaret etmiştir (Naess, 1992).

Schumacher de toplumsal sorunların çözümünde dinin rolünün inkar edilemeyeceğini ifade eder. Zira insanlar her gün artan bir ilgiyle dine yöneliyorlar. Schumacher bu olguyu şöyle açıklar:

Kilisesiz yaşamak mümkün olabilir belki; ama dinsiz, yani bütün zevk ve acısı, heyecan ve memnunluğu, incelik ve kabalığı, vesairesi ile’ olağan hayat’ düzeyinin fevkindeki Yüksek Düzeylerle temas kurmanın ve onlara doğru gelişmenin sistemli çalışması içinde olmaksızın yaşamak mümkün değildir. Modern dünyanın dinsiz yaşama deneyimi başarısızlıkla sonuçlandı ve bir kez bunu anladık mı ‘modernlik-sonrası’ görevlerimizin gerçekte neler olduğunu anlarız. Anlamlı bir biçimde,  çok sayıda (ve değişen yaşlarda!) genç insan doğru yöne bakıyorlar. Yakınsayan problemlerin bugüne kadarkilerden daha başarılı çözümlerinin gerçek hayatın asıl maddesi olan ıraksayan problemlerle başa çıkmayı, onlarla pençeleşmeyi öğrenmede hiçbir işe yaramadığını -hata engel teşkil ettiğini-  derinden hissediyorlar (Schumacher, 1992,169).

Dinin çevre sorunlarını aşmadaki rolü böyle ortaya konunca,  İslâm’ın çevreyle ilgili prensip ve görüşlerinin arz ettiği önem açıktır. Bunları bilen ve öğrenen inançlı ve duyarlı her birey, sadece insanlara değil, bütün mahlûkata yaptıklarından sorumlu olduğunu ve bunlardan dolayı bir gün hesaba çekileceğini hiçbir zaman unutmamalıdır. Kur’an’ın şu ayeti bu konuda tüm inananları uyarmaktadır: “Kim zerre kadar iyilik yapmışsa onu görür. Kim de zerre kadar kötülük yapmışsa onu görür” (99/Zilzal: 7-8).

Unutulmamalıdır ki, çevre bütün insanlığı ilgilendiren dünya çapında bir sorundur. İnsanlar bu sorunu iyice tanıdıkları ve gerekli bilgiye sahip olduklarında çözüm için harekete geçebilirler. Ancak, bütün bilgilere rağmen bencil ve egoist, kendinden başkasını düşünmeyen insanları motive etmek, Tonybee’nin de işaret ettiği gibi,  mümkün olmayacaktır.

Bu bağlamda, dinin sadece çevre sorunlarını aşmada değil, diğer tüm sorunların üstesinde gelmede insanlara yeni ufuklar açtığı görülmektedir. Evet, günümüz insanı materyalizmin yakıcı ve boğucu dünya görüşünden, ilahi olana ve aşkın olana yönelmektedir. Aslında bu inanan gönüllerin her gün yüzlerce kez tekrarladıkları sıratı’l-müstakimin ta kendisidir.

KAYNAKÇA:

Toynbee, A.- D.İkeda, Yaşamı Seçin, Çev: Umut Arık, (Ankara: AUB; 1992).

Dünya Çevre ve Kalkınma Komisyonu, Ortak Geleceğimiz, (Ankara: TÇSV, 1989).

Naess, Arne. Ecology, Community and Lifestyle, (Cambridge: Cambridge University Press, 1992), s. 185.

Schumacher, Aklıkarışıklar İçin Kılavuz, çev: Mustafa Özel, (İstanbul: İz Yayıncılık, 1992).

Nature, c: 343, 1 Şubat 1990.

Kaynak: İbrahim Özdemir, İzlenim, Ekim 1995.