KEVN
Sözlükte “var olmak, vuku bulmak, meydana gelmek” anlamında masdar olan kevn kelimesini sûfîler terim olarak farklı mânalarda kullanmışlardır.
Tasavvufta önemle üzerinde durulan “kün” (ol) emri ve bunun değişik bir ifadesi olan “kâf u nûn” tabiri de kevn kökünden gelir.
Kevne terim olarak ilk defa Cüneyd-i Bağdâdî tevhid ehli dediği sûfîleri tarif ederken bevn kelimesiyle birlikte yer vermiştir. Ona göre sûfîler olmadan (kevn) olan ve ayrılmadan (bevn) ayrı olanlardır. Serrâc bu ifadeyi, “Sûfî madde âleminde değilmiş gibidir, ama bu âlemde yaşar; bu âlemden ayrılma söz konusu olmaksızın da ondan ayrı olur, zira sûfîler bedenleriyle madde âlemindedirler, ruhlarıyla bu âlemden ayrıdırlar” şeklinde açıklamıştır (el-Lümaʿ, s. 432; Baklî, s. 577). İlk dönem mutasavvıflarından Yahyâ b. Muâz sûfîyi “kâin ve bâin” (bedeniyle eşyada, kalbiyle eşyadan ayrı bulunan) diye tanıtırken aynı şeyi anlatmak istemiştir (Kuşeyrî, s. 608). Râbia bint İsmâil eş-Şâmiyye bu anlayışı, “Bedenim hayatı paylaştığım insanla birliktedir; ama gönül dünyamda kalbimin sevgilisiyle içli dışlıyım” ifadesiyle dile getirmiştir (Lâmiî, s. 694). Daha sonraki mutasavvıflar aynı anlamı “zâhirde halk, bâtında Hak ile olmak”, “celvette iken halvette olmak”, “halvet der encümen” gibi deyimlerle belirtmişler ve bununla, bir sâlikin toplumu ve topluma karşı yükümlü bulunduğu görevleri terketmeden de mânevî hayatı en yüksek seviyede yaşamasının mümkün olduğunu bildirmişlerdir. Serrâc kevni “kâf ve nûn vasıtasıyla yani kün emriyle (bk. el-Bakara 2/117; Yâsîn 36/82) yaratılan her şey”, kısaca “yaratıklar” (ekvân, mükevvenât, kâinat) anlamında da kullanmıştır (el-Lümaʿ, s. 432). Şiblî tasavvufu bu bağlamda “kevni görmemek”, yani yaratılanı değil yaratanı görmek şeklinde tanımlamıştır (Kuşeyrî, s. 554). Bu tanım, sûfîliğin madde âleminden yüz çevirip Hakk’a yönelmekten ibaret olduğunu anlatır.
Muhyiddin İbnü’l-Arabî kevn ve keynûnet kelimelerine “varlık” mânasını verir. Ona göre bizim kevn (varlık) dediğimiz şeyler aslında birer hayaldir, gerçekte ise kevn Hak’tır (Fuṣûṣ, s. 159). Kevni bu şekilde anlayan kimse tasavvufun esrarına vâkıf olmuş demektir. “Allah vardı, O’nunla birlikte başka bir şey yoktu” anlamındaki hadiste geçen (Aclûnî, II, 130) “kâne” (vardı) kelimesine “mevcuttur” mânasını veren İbnü’l-Arabî, Hakk’ın tecellilerini ve bu tecellilerden meydana gelen âlemi (kâinat) kevn olarak görür. Bundan dolayı kevn “dünya ve dünyada olan her şey (kevn ü mekûn), âlem”; kevneyn veya dü kevn ise “dünya ve âhiret” anlamında kullanılmıştır. İbnü’l-Arabî, varlığı halk ve Hak mertebelerini (hazretlerini) içerdiği için insân-ı kâmile “kevn-i câmi‘” adını vermiş, ona “sûret-i hazreteyn, kelime-i câmia, nüsha-i Hak, nüsha-i âlem, muhtasar-ı şerif” derken de aynı mânayı kastetmiştir. İbnü’l-Arabî neşvesi içinde olan Sun‘ullah Gaybî Sohbetnâme adlı eserine “Bismi’l-kevni’l-câmi‘” ibaresiyle başlamıştır. Âleme büyük insan, insana küçük âlem diyen İbnü’l-Arabî bazan bu fikrini “kevn-i ekber”, “kevn-i asgar” şeklinde ifade etmiştir (ayrıca bk. ÂLEM). Kevn ve fesad (olma ve bozulma) tabiri kelâmda ve felsefede yer aldığı gibi tasavvufta da kullanılmış, dünyaya kevn ve fesad âlemi denilmiştir.
Hâlikın projelendiren mimara, bâri’in projeyi uygulayan mühendis-kalfaya, musavvirin de tezyinatçıya tekabül edebileceğini söyler.
Kaynak: TOPALOĞLU, B. (1997). TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 25. 343.